İnsanlar var oldukça değişen ihtiyaçları doğrultusunda kaliteli bir yaşam sürmek adına yaşam alanlarını değiştirerek çeşitli kent modelleri geliştirdiler. Kentlerin değişim dinamiklerinin başında ise sanayileşme geldi. Sanayileşme ile birlikte kent nüfusu giderek artarken, kentli nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak başta olmak üzere yaşam pek çok açıdan zorlaştı, sorunlar da o ölçüde karmaşık bir hâl aldı. Üstelik projeksiyonlara göre gelecek yıllarda bu tablo daha vahim bir hâl alacak. Zira küresel ölçekte kentlerde yaşayanların oranı yaklaşık yüzde 56 olarak hesaplanıyorken 2050 yılında kentleşme oranının yüzde 68’e ulaşması bekleniyor.
Bu durum ülkemizde de farklı değil. Zira nüfusumuzun yüzde 68’i, yüzölçümümüzün yüzde 1,6’sını oluşturan yoğun kentlerde yaşıyor (31 Aralık 2022). Kırsal olarak sınıflandırılan ve Türkiye yüzölçümünün yüzde 93,5’ini oluşturan yerleşim yerleri toplam nüfusun yüzde 17,3’üne, orta yoğun kent olarak sınıflandırılan ve ülke yüzölçümünün yüzde 4,9’unu oluşturan yerleşim yerleri ise nüfusun yüzde 14,8’ine ev sahipliği yapıyor.
Kentleşmeyi bu denli hızlı arttıran ya da bir başka ifadeyle köyden kente göçü hızlandıran nedenler ise sanayileşme, hizmetler sektöründeki çeşitlilik, makineleşme ile kırsalda tarım işçilerinin işsiz kalması ve teknolojik gelişmeler olarak sıralanıyor.
Değişimin Ateşleyicisi Kentliler Oldu
Kentlerde yaşayanlar her zaman değişimin ateşleyicisi olmuş ve kuşkusuz en hızlı değişim de 20. ve 21. yüzyılda yaşanmıştır. Şimdi ise dünya, yeni bir değişimin başındadır. Çünkü iklim değişikliği gibi çok önemli bir argüman, kentleri ve kentlileri değişime zorlamaktadır. Şehirleri iklim değişikliği ile mücadeleye göre planlamak ve şekillendirmek, önemli bir gündem maddesi olarak karşımızda durmaktadır.
Tarih boyunca ihtiyaçlarla şekillenen kentler kimi zaman saray gibi idari, kimi zaman kilise, katedral, cami gibi dini, kimi zaman ticari, kimi zaman da amfi tiyatro, arena gibi sosyal yapıları odağına alıp bunların çevresine doğru gelişim göstermiştir. Güvenliği odağına alan yerleşim birimlerinde ise Anadolu Selçuklu ya da Bizans döneminde olduğu gibi savunma amaçlı kale kentler ortaya çıkmıştır.
Sanayileşmenin başlaması ile de kentin göbeğinde yer alan saray / mabet gibi heybetli yapıların yerini, sanayi tesisleri ve fabrikalar almıştır. 19. yüzyıl ile birlikte kentin odağındaki fabrikalar hem kentin gelişimini hem de kentlinin tüm yaşam biçimini şekillendirmiştir. Fabrikaların etrafında sanayi işçilerinin yaşadığı konut alanlarından uzaklaştıkça da gelir seviyesi yüksek sınıfların yaşadığı bölgelere rastlanmaktadır. En dış çemberde ise tarımla uğraşan insanların yaşam sürdüğü kırsal yerleşimler bulunmaktadır.
Şimdi geçmişten bu yana benimsenen farklı kent planlama modellerinin öne çıkanlarına bir göz atalım.
Lineer Kent Modeli
Orta Çağ’daki birçok kent lineer şekilde gelişmiş, üretim hattı gibi düşünülen şehirler de bir Sanayi Devrimi ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Sanayileşme ile birlikte gelişen kentlerde çeşitli altyapı problemleri baş göstermiş, akabinde yeni planlama çalışmaları gündeme gelmiştir. Lineer kent modeli de teknik altyapının doğrusal şekilde kurgulanması amacıyla planlanmıştır.
Söz konusu kent modelinde uzun bir yol ya da ulaşım koridoru boyunca kentin yapı adalarının düzenlenmesi hedeflenmiştir. Kentte yaşayan her birey, şehrin her noktasına ulaşımda eşit imkânlara sahiptir. Bu modelle kurgulanan kentlerde, ana merkez ya da merkezler bulunmamaktadır.
Arturo Soria y Mata: “Doğrusal Şehirlerin Büyümesi Kolaydır”
Madrid, 1882 yılında Şehir Plancısı Arturo Soria y Mata tarafından bu şekilde planlanmış ilk örneklerdendir. Bölgede tren yolu boyunca kentsel alanların gelişmesi önerilmiş, daha sonra sanayi şehirleri de lineer şekilde gelişmiştir. Mata’ya göre doğrusal şehirlerin büyümesi kolaydır çünkü bu bölgeler çizgi hâlinde daha da ileri gidebilir, bir ağacın dalları, bir nehrin kolları, vücudun damarları gibi sonsuzluğa uzanabilir.
Lineer modeline bir diğer örnek ise 1930’lardaki Stalingrad kentidir. Bu şehir, geniş bir ana yol etrafında paralel şekilde yerleştirilmiş kentsel alanlardan oluşmaktadır. Konut alanlarının kuzeyinde yeşil bölgeler ve resmî yapılar, güneyde ise yine yeşil alanlar ile rekreasyon ve spor bölgeleri planlanmıştır.
Sanayileşme, Orta Çağ ve Rönesans döneminden çok farklı kentlerin doğuşuna sebep olmuştur. Hızla büyüyen bu yeni kentler de geniş bulvarları, işçi mahallelerini, estetikten uzak tek tip yapılaşmayı beraberinde getirmiştir.
Günümüzde kentlerimize baktığımızda ise buralarda da lineer kent modelinin izlerini görmek mümkündür. Zira genel olarak karşımıza; kara yolu, su kenarı ve vadi boyunca gelişen kentler çıkmaktadır. Daha açık ifade etmek gerekirse bir şehir, kendisi için önemli olan neyse onu odağına alıp gelişmektedir.
Lineer kentler, düz bir çizgi şeklinde basit geometrilerden oluşmaktadır. Modelde şehirler, çoğunlukla çizilen hat etrafında gelişmekte; ancak uzun vadede nüfusun hareketine bağlı olarak bahse konu hat biçimi kaybedilebilmektedir.
Örneğin Ünlü Mimar Lucio Costa, Brezilya’nın yeni başkentini planlarken bir haç işareti çizip ardından bunu uçak şekline çevirmiştir. Şehir de 1950’lerden itibaren bu şeklin etrafında gelişim göstermiştir. Ancak söz konusu plan, zaman içerisinde nüfusun hareketi ile uyumlu olmaktan çıkmıştır. Çünkü nüfus, kent merkezindeki pahalı fiyatlardan dolayı dışarı doğru yer seçmiş; şehir de nüfusun bu hareketliliği ile şekillenmiştir. Günümüzde Costa’nın hazırladığı plan hâlâ iki kanatta yer almakla beraber doğal olarak büyüyen bir kent formuna sahiptir.
Lineer Kent Modeli Günümüzde de Geçerliliğini Koruyor
Lineer kentler doğrusal bir hat boyunca ilerlerken herkesin ulaşabileceği ulaşım akslarının yanında yeşil ve sosyal alanlar da planlanmış; kentin gelişiminin bu hat üzerinde olması düşünülmüştür. Suudi Arabistan’da yapılması planlanan The Line şehrini düşününce, lineer kent modelinin günümüzde de uygulandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bahçe Kent Modeli
Küresel ölçekte yankı uyandıran bir diğer kent modeli bahçe kent ise 1902 yılında Şehir Plancısı Ebenezer Howard tarafından ortaya çıkarılmıştır. Howard, kent ve kır zıtlığına karşı kent – kır sentezini hedefleyerek bahçe kent modeline imza atmıştır. Sürdürülebilir kent örneklerinin ortaya çıkmasını sağlayan bahçe kent, vatandaşa rahat yaşam sunmak amacıyla tarım alanları ve ormanlar ile çevrelenen konut / endüstri alanlarını bir arada tutan şehir planlama modelidir. Söz konusu kent modeli, şehrin sadece binalardan oluşmadığını ortaya koyarken, yeşil alanlar ve tüm doğal unsurların kente entegre edilmesini vurgular.
İngiltere’nin Letchworth kenti, bahçe kent modeline örnek olarak verilebilir. Bu bölge, Ebenezer Howard’ın öncülüğünü yaptığı ilk bahçe kenttir ve sanayi çalışanlarına ucuz konut sunabilme hedefiyle planlanmıştır.
Sanayi şehirlerinde sanayi alanları ile konutların birbirinden ayrıştırılması hedefi ve hizmetler sektörünün hızlı gelişimi, yeni bir planlama anlayışını gerekli kılmıştır. Şehir Plancısı Ebenezer Howard’ın bahçe kent anlayışında; merkezde park, belediye ve sosyal / idari yapılar bulunmaktadır. Buna ilave olarak yine bahsi geçen planda; dairesel biçimde dışarı doğru açılan konut, sosyal alanlar, sanayi bölgeleri ve bu fonksiyonları ayıran geniş bulvarlar; merkezden dışarıya doğru kurgulanmıştır. En dışta ise fabrikalar ve tarım alanları yer almaktadır. Plandaki yol aksları ise bireysel araç sahipliği olmadığı için yaya odaklı düşünülmüştür. Buna rağmen yollar, farklı fonksiyon alanlarına hizmet etmesi amacıyla farklı genişliklerde ve merkezden dışarıya doğru planlanmıştır.